VIENNA THE NIGHTMARE


HALLO MY DEARS

Hep güzel anılarımdan bahsetmeyecektim ya... Şu an baştan sona aşırı zor geçen bir şehir gezimden bahsedeceğim : Nam-ı diğer Vienna. Ayyyyy içime fenalıklar basmaya başladı. Sanırsam bu şehri asla sevemeyeceğim. Neyse başlayayım anlatmaya:

Budapeşte'den otobüsle geçtik biz Viyana'ya. Otogara giderken; hani derler ya ''bardaktan boşanırcasına'' heh tam öyle bir yağmura yakalandık. Neyse ki Budapeşte'nin bir otogarı vardı (yazımın ilerleyen kısımlarında ne demek istediğim anlaşılacak). Otobüs saatini beklerken otogarda uyuduk. Neyse geldi saatimiz otobüse binme sıramızı bekliyoruz. Önde şoförle bir grup arasında kavga kıyamet kopuyor. İngilizce- Almanca karmakarışık. Tartışan kadının yanında pasaportu olmadığından şoför onu otobüse kabul etmedi ve gerçekten de almadan gitti. Kadının o kadar ağlamasını, açıklamaya çalışmasını hiç takmadı (bence yapması gerekeni yaptı). Ama benim içime hemen bir korku düştü. Çünkü bir kaç yıl önce Zürih'e gittiğimde hava alanı polisi bana pasaportumdan dolayı çok sorun çıkardı. Yeşil pasaportu bilmezlikten geldi. İçinde neden vize damgası yok falan filan. Yani ciddi ciddi bilmezden geldiler. Bir an aynı şeyi yaşayacağımdan çok korktum ama Allah'a şükür bindik otobüse (binemez olsaydık keşke).

Otobüsten gece inecektik. Viyana Budapeşte'ye çok yakın. Biz kalacak yerleri hep bir gün önceden ayarlamaya çalıştığımız için Viyana'da hosteller bile aşırı pahalı olduğu için geceyi otogarda geçiririz diye düşünüp bir yer ayarlamadık kendimize. Sanırım yaptığımız en korkunç hataydı. Şimdi geriye baktığımızda gülüyoruz da o an bayağı korktuk.

Olay şu şekilde gelişti. Otobüsten indik. Otogarda indiğimizi sanıyoruz. Ortada ne bir otogar binası ne bir şey. Açık bir alan, etrafta tuhaf tuhaf yabancılar. Ağustos ayı olmasına rağmen buz gibi bir hava. Yalnızca free wifi noktası kapalı olan küçük bir yerde tuhaf yabancıların arasına gittik ama endişelenmeye başladık. Ne yapsak ne etsek diye bakınıyoruz. En azından hava alanına gitsek diye düşünüyoruz. Derken orada duran gruplardan birine ''nasıl hava alanına gideriz buradan'' diye sorduk. Sırp'a denk gelmişiz. Önce ''Türk müsünüz?'' diye sordu sonra da bizi yanıtlamadı güldü (hala aynı faşistlik devam yani Sırplarda, biz de çok meraklıydık size aman). Neyse sonra oradaki tiplerden uzaklaşalım diye yürümeye başladık. Bir yerden siyahiler çıkar, bir yerden daha acayip tipler allahım çok korktuk çok. Benzin istasyonu görüp sevindik ''Oleyyyy geceyi burada geçiririz'' falan filan. O sırada arka planda bizim ancak şimdi duyabileceğimiz bir ses ''HI HI GEÇİRİRSİNİZ'' diyordu sanırım.

Girdik benzinciye, çalışana başımıza geleni anlattık. Sabaha kadar orada bekleyip bekleyemeyeceğimizi sorduk. İnsaflıymış ''olur'' dedi. Ama sonra o PATRON THE NIGHTMARE geldi. Ben kafamı koyduğum masanın üstünde uyuyakalmışım. Bir ton bağırdı çağırdı. Orada duramayacağımızı söyledi. Kısacası bizi kovdu. Ama gidecek yerimiz olmadığından bayağı ısrar ettik bizi çıkarmaması için. Uyumamamız karşılığında oturmamıza izin verdi. Aşağıdaki fotoğrafta umutsuz bakışlarım her şeyi açıklıyor olabilir.



Mekan ektedir;


Bir de gecenin kaçı belli değil sanki çok mutluymuş gibi çekildiğim fotoğrafı da bırakayım;



Sabah 5'te hava alanına otobüs seferleri başlıyormuş. 5 Euroya aldık biletimizi, gittik. Viyana'nın hava alanı aşırı konforluydu (:D). Öğlen 12'ye kadar falan uyuduk banklarda. Sonra aldık gezilecek yerler listemizi başladık gezmeye. Gecenin psikolojik yorgunluğunu üstümden atamadığım için ben bir türlü keyif alamadım bu şehirde gezdiğim yerlerden. Bir de resmi tatil gününe denk gelmişiz. Her yer kapalıydı. Elimizdeki bavulu bir Türk yerine bırakalım dedik ama sağ olsunlar kabul etmediler. Elde bavulla gezdik yani.

Ertesi güne Prag biletimiz vardı. O geceyi de hava alanında geçirdik. Şu bilgiyi de ekleyeyim işinize yarar. Biz 1 gün boyunca tüm toplu taşıma araçlarında geçerli bilet almıştık ama bu bilet hava alanı metrosunu karşılamıyormuş. Hava alanı Viyana'nın dışında kaldığı içinmiş. Bunu da metro istasyonunda Türklerden öğrendik. Eğer metroda biletsiz polise yakalansaydık 50 Euro gibi bir ceza ödememiz gerekecekti. Allah'tan o Türklerle karşılaşmışız. Gerçi Lindau'dan Ulm'e gittiğimiz tren hariç hiçbir trende, metroda, tramvayda kontrole denk gelmedik. Yani aslında şanslıysanız hiç bilet almadan binip beleşe gezersiniz. Ben binemem, içim rahat etmez. Hak falan muhabbetleri.

Viyana'da dikkatimi çeken şeylerden biri de herkesin köpeğinin ağzında, ağzını kapatacak bir aparat tarzı bir şey vardı. Daha sonra kuzenime sordum. Köpeklerin herhangi birine saldırması durumunda sahipleri ceza alıyorlarmış ve o aparatı köpek dışarı çıkarılırken takmak zorunluymuş.

Bir de Viyana'daki hava alanında taksicilerin hepsi Türk'tü. İlginç bir şekilde taksici amcaların Türkçesi hiç iyi değildi. Nasıl yozlaştınız böyle be amcam diyesim geldi. İnsan ana dilinin hakimiyetini nerede olursa olsun kaybetmemeli diye düşünüyorum. Bu benim fikrim amcamgiller öyle düşünmüyor demek ki.

Fotoğraflara geçmeden önce başımıza gelen son şeyi de anlatayım da böyle bir geziye çıkarken otobüslerin saatinden bayağı önce otobüsü beklemeye gitmeyi ihmal etmeyin. Neyse o geceyi de hava alanında geçirdik. Sabah otogara gitmek için metroya giderken Türk bir çiftle karşılaştık. Bregenz'e gideceklermiş. Adam klasik Almancı. Yeni evlenmişler, Türkiye'den köylü kızını almış gelmiş. Umarım mutlulardır ama onlar yüzünden az daha geç kalıyoRduk. Onlarla indik metroya yardımcı olurlar diye, onlar yüzünden metroyu kaçırdık. Bir sonrakine kaldık. Öyle bizdeki gibi sık sık geçmiyor. Endişelendik, otobüsü kaçırmayalım diye. Şükür, kaçırmadık (Ve Prag maceramız başladı, çok güzeldi. Anasayfadan inceleyebilirsiniz. Buraya nasıl ekleyeceğimi henüz bilmiyorum).

Neyse fotoğrafların altına bir ton yorum yapmamayı umarak eklemeye başlıyorum :



Meşhur St. Stephan Katedrali. Hava çok dengesizdi o gün. Arkasına geçtik güneş açtı. Fotoğrafı ekleyeceğim. Metrodan iner inmez karşınıza bu devasa aşırı güzel yapı çıkıyor ama yine de bu şehri SE-VE-ME-DİM.


Birazcık kendimi de bıraktım.


Katedralin güneşli diğer yüzü.

Bir sonraki durak herkesin fotoğraf çekildiği ama bizim adam akıllı kendimizi çekmeyi beceremediğimiz Hundertwasser Evi. Bu da Dancing House gibi manasız ama en azından gerçekten renkler falan güzel. Sonbaharda daha da güzel olabilir diye düşünüyorum.


Burdan dönerken bir köpek görüp aşık olduk. Ama sahibi fotoğrafını çekmemize izin vermedi.Yine de sinir olup arkadan fotoğrafını çektim (gıcık kadın sanki köpeğini yiyelim dedik). Anı işte bırakayım buraya;


Hava bozacak sandık ama bozmadı.Belvedere Sarayı'nı görelim dedik. Yalnız şu resmi tatil muhabbeti yüzünden içeri giremedik. Bir de Budapeştede'ki aşırı kötü sulardan sonra burada Türk bakkalı bulduk. 


Hakkını yiyemem; Munzur su çok iyiydin be...

Neyse Belvedere Sarayı'na gelelim;


Detay vereyim; 


Belvedere'nin bahçesinden karşıya bakınca yine benim azıcık ucundan Fransız olan çok güzel çatılı binalar vardı. For ex.;


Her yer kapalı biraz şehirde ne var ne yok diye bakalım derken yine şöyle renkli renkli binalar bulduk;

Ayrıntıdaki derbederi bulunuz;




Aslında gidilecek çok seçenek vardı ama biz çok keyifsizdik. Belki keyfimiz yerine gelir diye Prater'e gitmeye karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız (Çünkü bizim memlekette lunapark yok). Ama onlarınki çok güzeldi. Bir anlığına California'daydım sanki... 


Ve güneşi Prater'de batırdık;



Son olarak çok sevdiğim vitrini bırakıp kaçıyorum;


Bir şeyi unutmuşum;


Hadi bakalım, Şeyma kaçar.

xoxo Mrs. Fraser













Yorumlar

Popüler Yayınlar